Ana içeriğe atla

ELÇİBEY'İN ARDINDAN


“Ey ulu Tanrım! Türklüğümü benden esirgeme”

Eğer cennete inanıyorsak, neden üzülürüz uçmağa varanın ardından? Neden omuzlarda taşınırken yalnız tabutlar, gözlerde mutluluk yerine hüzün taşınır?

Merhum Elçibey’in ardından bu sorunun cevabını bulmak asla zor değil. On yıldır dinmedi içimizdeki burukluk. Bizim o yiğit dava adamının Tanrı Dağı eteklerinde Kürşad’la Fatih’le Resulzade’yle Mustafa Kemal’le diz kırıp, otağ kurduğunda şüphemiz yok…

Elbette ki mutlu, elbette ki huzurlu…

Biz Türklüğün bir kez daha öksüz kalışının hüznünü yaşıyoruz. Onun gidişiyle bu yüce milletin kutlu dirilişinin bir kez daha ertelenişinin telaşı var yüreklerde. Bu topraklarda yaşayanların hürriyet altında söyleyemediklerini, esaret ve mezalim altında haykıracak kadar yürekli bir yiğidin gidişi kelimeleri boğazımıza düğümleyen. Türklüğü ile övünen, “Ben Mustafa Kemal’in askeriyim” diyecek kadar bu milletin tarihinden güç alan, ülkesinin geleceğini; Türk’ün şerefli geleneğinin üstüne inşa etmenin hayalini kuran kahramanın bizi bırakıp gidişinedir isyanımız.

O ulu Tanrı’nın Mustafa Kemal’i bizden alırken, Türklüğe verdiği hediye idi. 1938’de esir yurt topraklarında dünyaya geldiğinde, Türk milletini atasını ebediyete uğurlayacaktı. O büyük Ata’nın yiğit evladı, esir yurdunun bir gün hür bayrağının gölgesinde yaşayacağını biliyor, buna iman ediyordu. Tıpkı kendisi ilkokula başladığında tabutluklarda işkencelere maruz bırakılan o ülkü erleri gibi, komünist Rusya’nın işgal altındaki vatan topraklarında Sovyet hapishanelerine atılıyor, bin bir güçlükle tahliye edildikten sonra bile davasına kaldığı yerden devam ediyordu.

Türklüğün geleceğini önce milletinin müstakil ve bağımsız bir devlet kurmasından geçtiği öngörüsü ile bağımsız Azerbaycan’ın Kuzey Azerbaycan topraklarında inşa edilmesini öncülük ederken, gönlünden asıl geçenin bir ve bütün büyük Azerbaycan olduğunu kimseden saklamıyordu.
Türkiye’yi ziyaretinde Anıtkabir özel defterine duygularını yazdıktan sonra “Askerin Elçibey” diyerek imzalayacak kadar Türkiye’ye gönülden bağlı olan büyük devlet adamı, her fırsatta bu bağlılığı dile getiriyor, Türkiye’nin öncülüğünde bir Türk birliğinin oluşabilmesi için yoğun çaba harcıyordu. Öyle ki bu gayreti Türkiye’deki muhatapları tarafından bile sebebi anlaşılamayacak kadar yoğun ve ısrarlı idi. Belki de Türk dünyasının Başbuğ’u dışında hiç kimsenin samimiyetine inanmadığını, hayallerine ortak olmadığını o da biliyordu. Herkese ve her şeye inat inancının gereğini yapmaktan da geri durmadı…

Oysa bugün dönüp bakıldığında bu gayretin millet sevgisi ve samimiyet dışında hiçbir gerekçesi olmadığı apaçık ortada…

Vefatının onuncu yılında, Elçibey’e bir teşekkür ve bir özür borcumuz olduğunu hissediyorum. Türk milletinin birliği ve bütünlüğü için sarf ettiği emekler, kutlu ülkümüz Turan’a giden yolda harcadığı gayret, can Azerbaycan’ın ve Türk’ün topraklarının bağımsızlığı için ortaya koyduğu çaba ve her şeyden önce Türklüğün, Türkçülüğün geleneğinden gelen yiğitliği kendinden sonraki nesillere bir hayalden öte yaşanması gereken bir gerçeklik olarak bıraktığı için teşekkürümüz…

Özrümüz ise kendi adımıza değil…
Onun sağlığında ve varlığında yanında olması gerekirken başka yerlerde saf tutanlar,
Yürüdüğü kutlu yolda yalnız bırakanlar,
O yanında olduklarını sanırken arkasından vuranlar,
Söz verip sözünü tutmayanlar,
Onun kadar mert, onun kadar yiğit olamayanlar,
Onun büyük davasını anlamayanlar adına büyük bir özür borçluyuz…

O büyük dava adamına selam olsun. Biliyorum ki “Ecel dedikleri şey erlerin kevseridir” diyen Atsız Ata’mla beraber Tanrı Dağı’nın eteklerinde birlikte şu mısraları okuyarak bizlere selam gönderiyor…
“Bilsin bu cihan ki ben bu cihanın nesindeyim,
Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen,
Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.
Herkes bir özleyişle yaşar... Ben de öylece
Altayların ve Tanrıdağ’ın çevresindeyim.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKTİDAR FETİŞİZMİ

İnsanların hiçbir vakit nefislerinden arınamayacağı hususunda şüphesiz hepimiz hemfikiriz. İçlerinden bazılarının ancak kendini yenerek terbiye edebildiklerine büyük bir hayranlık içerisinde şahit olduğumuzda ise, nefsimiz onları kıskanmıyor değil. Bu anlamda bu yazı bir kendine dönüşü ve iç hesaplaşmayı da beraberinde getirecektir. Bireyin kendi için istediklerini gerçekleştirme noktasındaki azmini, başka hiçbir vakit görme şansını yakalayamazsınız. O süreçteki gayret ve hırsını toplumun genel menfaatleri söz konusu olduğunda ortaya koyabilecek itikat ve takati bünyesinde barındırması ortalama bir insanın tabiatına aykırıdır. Bu anlamda kişinin “kendini unutması” çok da sık rastlanan bir durum olmadığı gibi genel algı açısından da bir şaşkınlığa tekabül eder. Belki de nüfusun genelinin “ülkücü” dünya görüşüne bu denli hayretle bakıyor olmasının ardında yatan neden de budur. Ancak şunu unutmamak gerekir ki “çileye ve ıstıraba talip olmayanlar, büyük mutlulukları tadamayacaklardır.” “O

GODOT’YU BEKLERKEN : “YA DA ÜLKÜCÜLÜK MHP DE OLUR”

GODOT’YU BEKLERKEN : “YA DA ÜLKÜCÜLÜK MHP DE OLUR”               Samuel Beckett’in çağa damga vuran eseri orijinal adı ile “En attendant Godot” “  modern dünyanın varoluşsal kötü durumunu, insanlığın anlamlı bir şeyleri bekleyişini ama bu şeyin ne zaman geleceğini, gelip gelmeyeceğini veya onun ne olduğunu bile bilmeyişi ile çıldırtıcı hareketsizliğini temsili olarak ele alır .” [1]               Son zamanlarda süregelen MHP- Yeni Parti düzlemindeki tartışmalar tam da bu kavramsal çerçeve içerisinde kendine yer buluyor gibi.               İstiyorlar ki yıllardan beri beklenilen o ağacın altında beklemeye devam edilsin.               Neyin ya da kimin beklendiğine dair en ufak bir fikri olmayan kitleler, salt kendi aralarında tartışarak, zamanın nasıl geçtiğini umursamayarak otursunlar.               Ne zaman geleceğini bilmeden, çokça da merak etmeden, özünde sorgulamadan beklesinler.               “Ülkücülük MHP’de olur.”               Bir an için bu önermenin d