İnsanların hiçbir vakit nefislerinden arınamayacağı hususunda şüphesiz hepimiz hemfikiriz. İçlerinden bazılarının ancak kendini yenerek terbiye edebildiklerine büyük bir hayranlık içerisinde şahit olduğumuzda ise, nefsimiz onları kıskanmıyor değil. Bu anlamda bu yazı bir kendine dönüşü ve iç hesaplaşmayı da beraberinde getirecektir. Bireyin kendi için istediklerini gerçekleştirme noktasındaki azmini, başka hiçbir vakit görme şansını yakalayamazsınız. O süreçteki gayret ve hırsını toplumun genel menfaatleri söz konusu olduğunda ortaya koyabilecek itikat ve takati bünyesinde barındırması ortalama bir insanın tabiatına aykırıdır. Bu anlamda kişinin “kendini unutması” çok da sık rastlanan bir durum olmadığı gibi genel algı açısından da bir şaşkınlığa tekabül eder. Belki de nüfusun genelinin “ülkücü” dünya görüşüne bu denli hayretle bakıyor olmasının ardında yatan neden de budur. Ancak şunu unutmamak gerekir ki “çileye ve ıstıraba talip olmayanlar, büyük mutlulukları tadamayacaklardır.” “O halde hemen belirtelim ki külfetsiz nimet arayanlar, iddiaları ne olursa olsun, birer tufeyli ve beleşçi parazittirler. Bunlar, kendilerini büyük davalara adamış yiğit ve idealist kahramanların kanları ile beslenen tahtakurularından farksızdırlar. (Türk-İslam Ülküsü C.1, s.145). Oysa ki yıllardır süre gelen makam ve mevki kapma yarışı defalarca kendilerini dahi hayal kırıklıklarına uğratmış olsa da, kitleleri peşinden sürükleyen en büyük ideal olarak yoluna devam etmektedir. Bir başka deyişle onlarca defa kurulan bu devletin ne bedeller ödenerek bu noktaya geldiğine bakmadan “ehil” olup olmadığını kendi vicdanına dahi soramayan onlarca insan bir makamın peşinde bir ömür çürütebilmiştir. Düşünün ki bu durum öyle bir hale geliyor ki, artık sistematik bir yapılanma, organize bir olguya tekabül ediyor. Sonucunun ne olacağını bir an bile düşünmeden, topluma nasıl bir zarar vereceğini zerre tasavvur etmeden. İnsanlar bu çarkın içerisinde yer almak adına onurlarından vazgeçebiliyor. Sebebi basit, bir o kadar da utanç verici: Kişinin içinde bulunan artık fetiş noktasına taşınan iktidar hırsı. Kendini sen ben kavgasına kaptırmış, bütün kaygısı nefsanî saadet ile mal ve mülk kazanmaktan ibaret olan, gece ve gündüz küçük dünyevi hesaplar peşinde koşan, araba, apartman, makam, mevki ve şöhret arayan; vatanı, milleti, bayrağı, dini, dili tahrip edilirken masasından ve kasasından başka tasası olmayan zavallılar… (a.g.e syf 237) Hâlbuki Türk-İslam ülkücüsü için, Türk devlet ve milletinin uğrayacağı zarar, bizzat kendi zararıdır. Türk milliyetçisi, kendi milletinin ve devletinin menfaatlerini kendi menfaatlerinden ayırmaz ve ondan çok daha üstün tutar.(a.g.e syf.147) Bir masa bir koltuk söz konusu olan. Kaldırdığında çay söyleyebileceği bir telefon kimi için, altında azarlayabileceği bir insan ya da binlerce memur. İktidarın dayanılmaz hafifliği kısaca. Kimi zaman anlamsız bir azarda vücut bulan kendini ispat gayreti ya da sebepsizce söylenen yalanlar. Karşısında kendine rakip olabilecek kimse, iktidarına giden yolda, dedik ya iktidarının ne olduğunun önemi de yok, kimse ona engel olabilecek olan, onu bertaraf etmek. Bazen namusuna bile dil uzatmaktan çekinmeden. Oysa hizmet makamları, tatlı ve aciz canları için rahatlık ve refah arayanlara değil, o makamları, “din ü devlet, mülk ü millete hizmet için ateşten gömlek gibi giyen alperenlere verilmelidir. (a.g.e s.173) Peki ya bu durum çok daha yukarılara sirayet ederse? Milletin yüksek menfaatlerini gözetmesi gerekenler de bu handikabın içine düşerlerse? Olmadı mı? Defalarca. Engellemek önüne geçmek mümkün mü peki? Kesinlikle. Şu gerçeği göz ardı etmemek gerekiyor bu noktada. Ne yukarıdaki aşağıdakinden farklıdır, ne aşağıdaki yukarıdakinden. Asıl olan bireyin kendi içinde yaşadığı ahlak anlayışıdır. Materyalizmin doğurduğu manevi boşluğu din ve iman karın doyurmaz sözü ile maskeleyerek korkunç bir tüketime, madde tutkunluğuna “vadiler dolusu altın verseniz, yine vadiler dolusu altın istemek kaprisine kapılarak telafi etmek isteyenleri madde ile doyuramazsınız. (a.g.e s.42) Bu anlamda bireylerin dolayısıyla toplumun ihtiyacı olan şey “milli şuurdur”. Milli şuurun zayıfladığı milletlerde ve devletlerde grup çözülür, egoizm artar, sosyal yalnızlıklar ve adaletsizlikler çoğalır. (a.g.e s.148) Tek tek her bireyin ve nihayet toplumun ulaşması gereken nokta budur. Topyekûn ulaşılan bu algı “milli devlet” bilincinde nihayete erecektir. Milli devlet ise kendi mensuplarını sahipsizlik duygusuna düşürmemek zorundadır. Bütün kadro ve teşkilatı ile mazlumun, mağdurun, haksızlığa uğrayanın, ekonomik, sosyal tehlikelere maruz kalan kimselerin, hasta ve kimsesizlerin yaralarına merhem olmalı, tam bir devlet baba sorumluluğu ile kendini “Dicle kenarında otlarken kaybolan keçisine ağlayan fakirin” koruyucusu saymalıdır. Ancak bu şartlar altında birey devlete bağlılık ve güven duyacak, kendini onun bir parçası addederek onun için çırpınacak; küçük hırslara göre değil, büyük ülkülere göre bir hizmet şuuruna nail olacaklardır. Bu ise ancak milli şuur ve idealist kadrolar ile mümkündür.
GODOT’YU BEKLERKEN : “YA DA ÜLKÜCÜLÜK MHP DE OLUR” Samuel Beckett’in çağa damga vuran eseri orijinal adı ile “En attendant Godot” “ modern dünyanın varoluşsal kötü durumunu, insanlığın anlamlı bir şeyleri bekleyişini ama bu şeyin ne zaman geleceğini, gelip gelmeyeceğini veya onun ne olduğunu bile bilmeyişi ile çıldırtıcı hareketsizliğini temsili olarak ele alır .” [1] Son zamanlarda süregelen MHP- Yeni Parti düzlemindeki tartışmalar tam da bu kavramsal çerçeve içerisinde kendine yer buluyor gibi. İstiyorlar ki yıllardan beri beklenilen o ağacın altında beklemeye devam edilsin. Neyin ya da kimin beklendiğine dair en ufak bir fikri olmayan kitleler, salt kendi aralarında tartışarak, zamanın nasıl geçtiğini umursamayarak otursunlar. Ne zaman geleceğini bilmeden, çokça da merak etmeden, özünde sorgulamadan beklesinler. “Ülkücülük MHP’de olur.” Bir an için bu önermenin d
Yorumlar
Yorum Gönder